Onuncu Bölüm: ŞEFAAT VE ÇEŞİTLİ YANLARI
10.1. ŞEFAAT MESELESİ VE ÇEŞİTLİ YÖNLERİ
10.1.1. Allah Katında Kimsenin Sözü Geçmez
10.1.2. Azaba Lâyık Olanlar İçin Şefaat Yoktur
10.1.3. Şefaat İçin İzin Gereklidir
10.1.4. Şefaatin Yasaklanmasının Sebebi
10.1.5. Müşriklerin Güvendiği Sahte Şefaatçiler
10.1.6. Hazreti Nuh’un Oğlu İçin Allah’a Yalvarışı
10.1.7. Dünyevî Yaşantıda Allah’tan Şefaat İle İlgili Müşriklerin Yanlış
Anlayışı
10.1.8. Allah’ın Kararını Kimse Değiştiremez, Tehir Edemez
10.1.9. Mahşer’de Hazreti Peygamber (a.s.)’in Şefaatçi Hüviyeti
Onuncu Bölüm: ŞEFAAT VE ÇEŞİTLİ YANLARI
10.1. ŞEFAAT MESELESİ VE ÇEŞİTLİ
YÖNLERİ[1]
Şefaat meselesi, Kur’ân-ı Kerîm’de o kadar çok ve öylesine
tafsilatlı şekilde geçmiştir ki, bir kişi için, şefaati kimin yapabileceği,
kimin yapamayacağı, hangi durumlarda yapabileceği, hangi durumlarda
yapamayacağı, kimin için yapabileceği, kimin için yapamayacağı, kimin için
yararlı olduğu ve kimin için yararlı olmadığı gibi konulan öğrenmemiz hiç de zor
olmayacaktır. Dünyada insanların kötü yola düşmelerinin sebepleri arasında,
şefaat ile ilgili yanlış fikirleri de yer aldığı için, Kur’ân-ı Kerîm bu
meseleyi öylesine etraflıca açıklamıştır ki, hiç bir tereddüt veya şüpheye
mahal bırakmamıştır. Mesela, Bakara sûresinin 225. ayetine bakalım:
“Göklerde ve yerde olan şeyler O’nundur. İzni olmaksızın O’nun
nezdinde şefaat edecek yoktur. Yarattıklarının önünde ve arkasında olanı
(geleceklerini ve geçmişlerini) bilir… İnsanlar O’nun ilminden, O’nun
istediğinden başkalarını kavrayamazlar.”
10.1.1. Allah
Katında Kimsenin Sözü Geçmez
Yukarıdaki ayetin ilk bölümünde sözde ermiş, evliya, tanrı,
melek ve diğer büyük kimselerin Allah nezdinde makbul olup, istedikleri kimseler
için şefaatte bulundukları, O’na istedikleri şeyi yaptırdıkları yolundaki
müşriklerin yanlış inançları toptan reddedilmiştir. Burada deniliyor ki Allah’a
zorla bir şey yaptırmak şöyle dursun, en sevdiği peygamberler ve melekler O’nun
yanında ağızlarını bile açmaya cesaret edemezler. Âyet-i kerimenin ikinci
bölümünde bahsedilen hakikat, şirkin temeline bir darbe daha vurmaktadır. İlk
bölümde Allah’ın sonsuz ve rakipsiz hakimiyetinin önemi belirtilmek suretiyle,
hiçbir kimsenin O’nun kararını etkilemeyeceğine işaret edilmiştir. İkinci
bölümde de, meseleye başka bir açıdan yaklaşılıyor ve deniliyor ki, Allah’ın
işlerine kimse karışamaz, çünkü, onlarda kâinat ve bunun hikmetini anlayacak
bilgi kaynaklan yoktur. İster insan olsun, ister melek, cin veya başka
yaratıklar olsun, hepsinin bilgisi kıt ve sınırlıdır. Bunlardan hiçbiri kâinatın
sonsuz gerçeklerini anlayacak bilgiye ve güce sahip değildir. Ayrıca, en küçük
meselelerde dahi kullar Allah’a müdahale etmeye başlar ve olur olmaz şeylerle
ilgili olarak başkaları için tavsiye ve şefaatte bulunmayı sürdürürlerse bütün
kainat’ın nizamı ve mekanizması bozulmuş olacaktır. Bu tür müdahaleler büyük
meselelere kadar sıçrayabilir ve tek Allah fikri ortadan kaybolur. Dünya ve
kâinatın düzeni bir yana, kullar kendi kişisel ve ailevi sorunlarının
üstesinden bile gelecek durumda değillerdir. Halbuki, Kâdir-i Mutlak hem
onların hem bütün dünya ve kâinatın işlerini ve onların ardındaki hikmeti çok
iyi bilmektedir. Bu itibarla kulların, ilmin ve marifetin en büyük ve yegâne
kaynağı olan, Cenab-ı Allah’ın hidâyetine ve talimatına uymalarından başka
çareleri yoktur.
10.1.2. Azaba
Lâyık Olanlar İçin Şefaat Yoktur
En’âm suresinin bir ayeti şöyledir:
“Ve şefaatlerini beklediğiniz şeyleri sizinle beraber
görmüyoruz. Andolsun onlarla aranızda münasebet kesilmiştir. Ma’but
zannettiğiniz sizden kayboldu.” (Âyet; 94)
Aynı sûrede, bir başka yerde şöyle denilmiştir:
“Rabblerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları Kur’an ile
inzar et. Onlara Allah’tan başka dost ve şefaatçi olmadığını söyle. Ta ki,
ittika edip Allah’tan sakınalar.” (Âyet; 51)
Demek oluyor ki, kendilerini dünyanın cazibesine ve diğer
işlerine kaptıranlar, kıyamet gününün gelmeyeceğini ve Allah’ın huzuruna hiç
çıkmayacaklarını zannedebilirler. Böyle kimselere ne denilirse boştur. Herhangi
bir nasihat faydalı olmaz. Aynı şekilde, dünyada istediklerini
yapabileceklerini ahirette kendilerine hiçbir zarar gelmeyeceğini, zirâ,
kendileri için Allah’a başkalarının aracı olacağını ve kendilerini cezalardan
kurtaracaklarını sananlar da herhangi bir nasihate kulak asmazlar. A’raf
suresinde şöyle buyurulmuştur:
“İllâ onun te’vîlini mi gözetiyorlar? Onun te’vîli geldiği
(haber verdiği şeyler ortaya çıktığı) gün, önceden onu unutmuş olanlar derler
ki: ‘Doğrusu Rabb’imizin elçileri gerçeği gelirmiş. Şimdi bizim şefaatçilerimiz
var mı ki bize şefâat etsinler, yahut tekrar geri döndürülüp dünyâya
gönderilmemiz mümkün mü ki, (orada eski) yaptıklarımızdan başkasını yapalım?’
Onlar, kendilerini ziyâna soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden saptı.
Kaybolup gitti.” (Âyet; 53)
“Onun (Allah’ın) izni olmadan hiçbir kimse şefaatçi olamaz. İşte
Rabbiniz olan Allah budur. O’na ibadet edin. iyice düşünüp ibret almaz mısınız?”
(Âyet; 3)
Aynı sûrenin 18. ayetinde şöyle buyurmuştur:
“Onlar Allah’tan başka, kendilerine ne zarar ne de faydası
olmayan şeylere taparlar. Ve, ‘Bunlar, Allah yanında bizim şefaatçılarımızdır’
derler. De ki: ‘Göklerde ve yerde Allah’a bilmeyeceği bir şey mi haber
veriyorsunuz? ‘ O, sizin şirk koştuklarınızdan münezzehtir, çok yücedir.”
(Âyet; 18)
Cenâb-ı Allah’ın bir şeyden habersiz olması, o şeyin varolmaması
demektir. Çünkü varolan her şey Allah’ın bilgisi dahilindedir. Burada aslında
ince ve zarif bir ifade kullanılmış ve şefaatçiler, “Allah’ın bilmeyeceği bir
şey” olarak tarif edilmişlerdir. Yani, Allah “şefaatçi” diye bir şey tanımıyor
ve bu sebeple, bunlardan bahsetmek gereksizdir.
“O gün zâlim için acıyacak ve şefaati kabul olunacak kimse
yoktur.” (Mü’min; 18)
Ayette, kâfirler’in şefaatle ilgili akide ve görüşü açıkça
reddedilmiştir. Burada deniliyor ki, zalimlerin şefaati için kıyamette kimse
bulunmayacaktır. Gerçekte, mahşerde kâfir ve zalimlerin şefaatçisi hiç
olmayacaktır. Ancak, burada sözün gelişi böyle bir ifade kullanılmıştır. Şefaat
izni verilse de ancak Allah’ın sevgili kullarına verilecek ve bu kullar hiçbir
zaman kâfirler ile müşrikler ve zalimlerin dostları olamazlar. Çünkü, kâfir ve
müşrikler, şefaatçilerinin çok kuvvetli ve nüfuzlu olduğuna inana gelmişlerdir
ve ne olursa olsun mahşerde bu şefaatçiler sayesinde Allah’ın gazabından
kurtulacaklarına emindirler.Onun için Cenab-ı Allah diyor ki orada sözü geçen
herhangi bir şefaatçi bulunmayacaktır, hele kâfir, müşrik ve zalimleri
kurtaracak kimse olmayacaktır.
10.1.3. Şefaat
İçin İzin Gereklidir
Meryem sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Şefaat etmeye ancak Allah indinde söz almış olanlar malik
olacaktır.” (Âyet; 87)
Bu ayetin bir anlamı şudur. Ancak müsaade almış olan hakkında
şefaat yapılabilir. İkinci anlamı da şudur. Ancak izin almış olan biri başkası
için şefaatte bulunabilir. Ayetin ifadesi bu her iki anlam için müsaittir.
Yukarıdaki ayette geçen Allah kelimesi Arapça aslında “Rahman”
olarak kaydedilmiştir. Rahman’dan izin almanın anlamı şu olabilir. Dünyada
Allah’a iman edip O’nun yakın kulları arasına giren ve O’nun rahmetini kazanmış
olan bir kişi şefaata lâyıktır ve ancak o’nun lehinde şefaat yapılabilir. Demek
ki, insanların kendilerine göre şefaatçi bulmaları hiç önemli değildir. Önemli
olan, Allah’ın birini şefaate lâyık görmesi ve şefaatçi olma izni vermesidir.
“O günde şefaat fayda vermez. Ancak kendisine Allah’ın izin
verdiği ve şefaat edilmesine razı olduğu kimseninki müstesna. Allah, onların
önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Onların ilmi ise O’nu kavrayamaz.” (Tâhâ;
109-110)
Yukarıdaki ayetlerin ilki, iki şekilde tercüme edilebilir.
Birincisi yukarıda tercüme edilen şekildir. İkincisi de şöyledir: “O gün de
şefaat fayda vermez. Ancak kendisine Rahman (Allah)’ın izin verdiği ve
(başkaları için) şefaat etmesine razı olduğu kimseye fayda verir.” Burada
kullanılan kelimeler özlü ve geniş anlamlı olup her iki şekilde de tercüme
edilebilir. Demek kıyamette, Rahman ve Rahim olan Allah, izin vermezse ne kimse
başkaları için şefaatçi olabilir ne de kendisi için şefaate talip olabilir.
Mahşerde hiç kimse Allah’ın huzurunda ağzını açamaz ve ne kendisi ne başkaları
için şefaate talip olabilir. Ancak Allah izin verdiği takdirde şefaat
gerçekleşebilir. Bu her iki husus Kur’ân’da açıkça anlatılmıştır. Allah bir
yandan diyor ki:
“İzni olmaksızın O’nun (Allah’ın) nezdinde şefaat edecek
yoktur.” (Bakara; 225)
“Rûh ve meleklerin saf olarak huzur-u ilâhîde durdukları günde,
onların hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade etlikleri müstesna.” (Nebe;
38)
Allah-u Teâlâ bir yandan da şunları bildiriyor:
“Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak
Allah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar.”
(Enbiya; 28)
“Göklerde nice melekler vardır ki, Allah izin vermedikçe ve ona
razı olmadıkça hiç kimseye şefaatları fayda vermez.” (Necm; 26)
10.1.4. Şefaatin
Yasaklanmasının Sebebi
Tâhâ suresinin yukarıdaki ayetinde şefaatin neden kısıtlandığı
anlatılmıştır. İster melek olsun, ister peygamber ve ister evliya; kimlerin
Allah’ın huzuruna ne gibi bir dosya ile geldiklerini bilemezler. Bu zâtlar,
kimin dünyada ne yaptığını, nasıl bir karaktere sahip olduğunu ve Allah’a nasıl
bir hesap vereceğini kestiremezler. Çünkü onlarda Allah’ın sahip bulunduğu
bilgi kaynakları yoktur. Bunun aksine, Allah-u Teâlâ, her insanın geçmişini ve
geleceğini, karakterinin ne olduğunu, dürüstlük derecesinin ne olduğunu, suçlu
olup olmadığını, suçluysa ne kadar cezaya lâyık olduğunu, suçlu değilse nasıl
ödüllendirileceğini en ince ayrıntılarına kadar bilmektedir. Böyle bir durumda
melekler, peygamberler ve evliyalar, istedikleri kişiler için şefaat edemezler.
Bilindiği gibi, bir daire veya iş yerinde, alt seviyedeki bir müdür veya memur,
istihdam veya başka konularla ilgili olarak bütün dost, arkadaş ve yakınları
için torpil kullanmaya çalışırsa bunun haddi hesabı olamaz ve iş yerinin bütün
mekanizması ve çalışma düzeni bozulmuş olur. Böyle küçük bir düzeyde Kâinatın
Sahibi’nin huzurunda herkesin şefaat etmesi ve bunun kabul edilmesinin ne kadar
tehlikeli ve zararlı olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Şefaat serbest
bırakıldığı takdirde Allah’ın huzurundaki manzarayı gözünüzde bir canlandırın.
Binlerce, on binlerce ve hatta milyonlarca kimsenin Arş-ı Alâ’da toplanıp hem
kendi hem başkaları için yalvardıklarını düşünün. Bu kargaşada kimin ne olduğu,
kimin nasıl şefaat edileceğini gözden geçirin. Orada şefaatçilerin, şefaat
ettikleri kişilerin geçmişi ve karakterini pek iyi bilmediğinden emin
olabilirsiniz. Dünyada yüksek bir mevkide bulunan bir amire emri altındaki
memur ve personel için tavsiye filan geldiği zaman, bu yetkilinin tavsiyeciye
sorduğu sorular şu şekilde oluyor: Siz bu adamı iyi biliyor musunuz?
Karakterini incelediniz mi? Yeterince güvenilir bir kişi midir? ondan bir zarar
gelmeyeceğinden emin misiniz? Ayrıca, eğer bu âmir tavsiye edilen kişinin ne mal
olduğunu biliyorsa onu derhal tavsiyeciye geri gönderiyor ve diyor ki, “Bu
adamın ne kadar yalancı nankör, tembel, hırsız, rüşvetçi ve ahlâksız olduğunu
bilmiyor musunuz?” Amir işte bu bilgisine dayanarak, azarlayıcı bir tavırla,
tavsiyeciye der ki, “Vallahi sizden böyle bir kişi için tavsiyede bulunmanızı
beklemiyordum. Lütfen böyle kimseler için tavsiyede bulunmayın[2]“.
Bu küçük misalden, söz konusu ayette şefaat için ilgili zikredilen kaide ve
kuralların ne kadar doğru ve yerinde olduğu anlaşılacaktır. Şefaatin kapısı
tamamıyla kapatılmamıştır. Dünyada Allah’ın kullarına her zaman yardım elini
uzatmış Allah’ın sevgili insanları, âhirette başkaları için şefaatçi
olabilirler. Ancak herhangi bir kimse için şefaatte bulunmadan önce Allah’tan
izin almak zorundadırlar. Allah, kimin için konuşmalarına izin verirse ancak
onlar hakkında tavsiyede bulunabileceklerdir. Ayrıca, şefaatin de haklı ve
yerinde olması şarta bağlanmıştır. Nitekim, “ve kâle Sevaben” (bu sözü iyi
söylesin) şeklindeki İlâhî emir bu yöndedir. Yanlış, uygunsuz ve yerinde olmayan
şefaate izin verilmeyecektir. Mesela, dünyada yüzlerce Allah’ın kulunun hakkını
yemiş birisi için kıyamette herhangi bir peygamber, melek veya evliya çıkıp,
Allah’a “Ya Rab bu adama acı, bunu mükâfatlandır” diyemez. Nebe’ suresinde
şöyle buyurulmuştur.[3]
“Rûh ve meleklerin saf olarak huzuru ilâhide durdukları günde
onlardan hiçbiri konuşmaz. Ancak Rahman’ın müsaade ettikleri müstesna. Ve doğru
söylerler.”
Burada “konuşamaz” kelimesi, “şefaat edemez” manasındadır. Cenab-ı
Allah demek istiyor ki, kimse Allah nezdinde başkası için şefaat edemez ama iki
şan müstesna. Bu şartlardan biri şudur. Bir suçlu veya hatalı kişi hakkında
şefaat etmesine izin verilen şefaatçi, şefaati doğru ve haklı olarak
yapmalıdır. Gereksiz ve haksız yere Allah’ın huzuruna çıkmamalıdır. Ayrıca,
hakkında şefaat yapılan kişi sadece günahkâr olmalı, kâfir olmamalıdır.
10.1.5.
Müşriklerin Güvendiği Sahte Şefaatçiler
“Allah onların önünde ve arkalarında olanı bilir. Onlar ancak
Allah’ın razı olduğuna şefaat ederler. Ve O’nun azametinden korkarlar.”
(Enbiyâ; 28)
Müşrikler, melekleri iki sebepten tanrı olarak kabul ederlerdi.
Birincisi, melekler onların gözünde Allah’ın evlâtları gibiydiler. İkincisi,
onlara tapmak suretiyle, onları Allah katında kendileri için şefaatçi haline
getirmek isliyorlardı. Halbuki Yunus sûresinin 18. ayeti ve “Zümer sûresinin 3.
ayetiyle bu her iki inanç şiddetle reddedilmiştir.
Burada şu noktaya da dikkat etmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerîm şefaat
ile ilgili müşriklerin batıl inancını reddederken onların şefaatçi olarak kabul
ettikleri varlıkların ne gaipten ne de gelecekten haberdar olmadıklarını
belirtir. Burada denilmek isleniyor ki, başkalarının geçmişi, geleceği veya
mevcut durumu hakkında bilgi sahibi olmayanlar şefaat içi.) mutlak yetkiye
sahip olamazlar. Bu sebeple, ister peygamber olsun ister melek, Allah’ın izni
olmaksızın şefaatçi olamazlar. Kendi başına kimse için şefaat edemezler. Şimdi
şefaati dinleyip dinlememek, kabul edip etmemek tamamıyla Allah’ın elinde
olduğuna göre, bunca yetkisiz ve çaresiz şefaatçilere tapmak, onlara yalvarmak
doğru olabilir mi? Sebe’ sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“O’nun (Allah’ın) katında kendisine izin verdiğinden başkasının
şefaati fayda vermez.” (Âyet; 23)
Yani, kâinatın mülkiyetinde ve idaresinde Allah’a ortak olmak
şöyle dursun, hiçbir kimse başka bir kimse için Allah’ın huzurunda ağzını
açmaya cesaret edemez. Allah’ın sevgili kullarının, Kâinatın Efendisi’ne söz
geçirebileceklerini ve hatta ondan istediklerini koparabileceklerini düşünenler
yanlış yoldadırlar. Halbuki, Allah (cc.) genellikle şefaati sevmez ve ancak izin
verdiği kişiler şefaatçi olabilir veya şefaat olunurlar.
“Onların (Mahşer halkının) kalplerinden korku giderildiğinde
birbirlerine: ‘Rabbiniz ne söyledi?’ diye sorarlar. (Şefaat edecek olanlar da):
‘Hakkı söyledi’ derler. O, çok yüce ve çok büyüktür.” (Sebe; 23)
Burada, Kıyamet gününde, bir şefaatçinin bir kişi için şefaat
edeceği zamanın tablosu çizilmiştir. Bu tabloda, Allah’tan izin alınmak üzere
kendisine müracaat edildikten sonra, şefaatçi ile şefaat olunanın, merakla,
sabırsızlıkla ve korkudan titreyerek Allah’ın cevabını bekledikleri
görülmekledir. Nihayet, Allah’ın yüce katından izin çıkınca ve şefaat olunan
şefaatçinin yüz ifadesinden durumun ümit verici olduğunu anlayınca, rahat bir
nefes alıyor ve bir adım ileriye alarak şefaatçiye soruyor. ‘Acaba, Allah’tan
nasıl bir haber geldi’?’ O zaman şefaatçi da kendisini teskin edici bir şekilde,
“müsterih ol, Cenab-ı Allah’tan izin çıkmıştır” diyor.[4]
Burada vurgulanmak istenen şey şudur. Cenab-ı Allah gibi yüce
bir Hâkimin huzurunda ağızlarını bile açmaya cesaret edemeyen kimselerin zorla
ve ısrarla Allah’a bir şey yaptırmalarını düşünmek bile abestir. Duhân suresinde
Allah şöyle buyurmuştur:
“O gün, bir dost bir dosttan hiçbir şeyi defedemez. Onlara
yardım da olunmaz. Ancak, Allah’ın merhamet ettiği kimseler böyle değil. Çünkü
O, Gâlib, Kâdir ve Rahîm’dir.” (Duhân; 41-42)
Bu ayetlerde mahşerde, karar gününde İlahî Mahkeme’nin havası
yansıtılmak istenmiştir. Allah’ın yüce mahkemesinde hiçbir kimsenin himayesi,
yalvarışı ve tavsiyesi, hiçbir suçluyu cezadan kurtaramayacaktır. En büyük
yargıç Allah ve bütün yetkiler O’nun elindedir, O’nun kararlarını kimse
etkilemez. Herhangi bir sanığı ağır bir şekilde cezalandırması, affetmesi ya da
cezasında indirim yapması tamamıyla Onun iradesine bağlıdır, ilahî iradenin en
bariz özelliği merhamettir. Ancak Allah kimin hakkında ne karar verirse versin,
eksiksiz uygulanacaktır. İlahî adaletin niteliğine değinildikten sonra
devamında sanık ve suçluların akıbetinin ne olacağı anlatılmıştır. Asi ve
inatçı suçlulara herhangi bir merhamet veya esneklik gösterilmeyecektir. Ancak
Allah’tan korkan ve dünyada her konuda O’nun talimatına göre hareket etmeye
çalışanların bazı hataları affedilecek, cezaları hafifletilecek ve hatta
mükafatlandırılacaklardır.
10.1.6. Hazreti
Nuh’un Oğlu İçin Allah’a Yalvarışı
Kur’ân-ı Kerîm’in Hûd Sûresinde Hz. İbrahim (a.s.)’in hikâyesi,
Kureyşlilere anlatılmıştır (Ayet: 69-76). Kureyş’liler, kendilerini Hz.
İbrahim’in soyundan saydıkları için Arabistan’ın bütün din adamları, tarikat
sahipleri, Kâbe’nin mütevellileri v.s. Arap’ların dinî, ahlâkî, siyasi ve
kültürel liderliğinin kendi malları olduğunu sanıyorlardı. Bunlar Allah’ın yüce
mahkemesinde, kendilerinin hiçbir zarara uğramayacağı gibi yanlış bir düşüncede
idiler. Kendilerinin, Hz. İbrahim gibi Allah’ın sevgili peygamberinin evlatları
ve mirasçıları olduğu düşüncesiyle, suçlu oldukları takdirde bile şefaat
olunacaklarına inanıyorlardı. Kureyşli ve Mekke’lilerin bu yanlış fikrini
reddetmek amacıyla Cenab-ı Allah kendilerine Hz. Nûh (a.s.)’un başına gelenleri
hatırlatmıştır. Hz. Nûh, oğlunun suda boğulmak üzere olduğunu görüyor ve
kurtulması için Allah’a yalvarıyor, ancak sadece yalvarışı ve şefaati geri
çevrilmekle kalmıyor, üstelik azarlanıyor da. Bundan sonra Hz. İbrahim (a.s.)’in
hikâyesi anlatılmıştır. Yani, bir yandan kendisinin Allah’ın Halili (sevgilisi)
ve en yakın peygamberlerinden biri olduğundan söz ediliyor ve meziyetleri dile
getiriliyor ve bir yandan da, aynı Hz. İbrahim, kendi milleti (Lût)’nin
kurtulması için Allah’a yalvardığı ve Allah’ın iradesine karıştığı zaman
şefaati reddediliyor. Yine Hûd sûresinde biraz ilerde şu ayetlere rastlanıyor:
“O gün gelince herkes yalnız Allah’ın izni ile konuşur.” (Hûd;
105)
Burada kendilerine göre hayaller kuranlar ve kendi kendilerini
aldatanlar tekrar ikaz ediliyor. Falanca peygamber ve evliyanın, Allah’ın
katına çıkarak falan falan kişi ve gruplar için şefaatte bulunacağı ve zorla
sözlerini kabul ettirip onları affettireceği gibi düşünceler hayâldir. Allah
kimseye konuşma izni vermezse ağızlarından bir tek lâf bile çıkmayacaktır.
10.1.7. Dünyevî
Yaşantıda Allah’tan Şefaat İle İlgili Müşriklerin Yanlış Anlayışı
Nahl suresinin bir ayeti şöyledir:
“Şimdi onlar, batıla iman edip, Allah’ın Himmetini inkâr mı
ediyorlar?” (Âyet; 72)
Mekke’li müşrikler bütün nimetlerin Allah tarafından geldiğini
inkâr etmezlerdi. Hatta bu nimetleri kendilerine ihsan ettiği için Allah’a
şükrederlerdi. Fakat bu noktada bir hata işlerlerdi. Bu nimetlerin ihsan
edilmesinde hiç rolleri olmayan bir takım tanrı, tanrıça ve melerler v.s. ye de
sözde ve fiilde minnettar olduklarını ifade ederlerdi. İşte Mekke’li
müşriklerin bu davranışını Kur’ân-ı Kerîm, “Allah’ın nimetinin inkârı” olarak
tarif etmektedir. Muhsin (ihsan eden)”in ihsanı için gayri muhsin (muhsin
olmayan)’e teşekkür edilmesi, Kur’ân-ı Kerîm’de aslında, nimetin inkârı veya
Muhsin’e saygısızlık olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, Muhsin’in, kendi irade ve
fazlıyla ihsan etmesine rağmen, O’nun, başkalarının tavsiye ve şefaati üzerine
böyle yaptığını sanmak da yanlıştır ve Kur’ân-ı Kerîm bunu da usulen tekzip
etmiştir.
Aslına bakılırsa, bu ilâhî tutum ve davranış adalet ve
hakkaniyet kurallarına tamamıyla uygundur. Bunu şöyle bir misalle anlatalım.
Diyelim ki, muhtaç bir kimseye yardım elinizi uzattınız. Siz yardım eder etmez o
kimse yerinden kalkıp, bu yardımda hiç payı olmayan başka bir adama teşekkür ve
minnetini bildirdi. Belki de siz alçak gönüllü ve efendi bir insansınız ve söz
konusu kimsenin bu münasebetsizliğini görmezlikten geldiniz. Fakat, kalbinizin
bir köşesinde bu kimsenin münasebetsizliği ve nankörlüğü konusunda acı
duyacaksınız. Sonra eğer bu adama bu ters davranışının sebebini sorduğunuz zaman
sizin merhamet duygusuyla değil, aksine aracı ve şefaatçi kişinin hatırı ve
korkusuyla kendisine yardım ettiğinizi söylerse herhalde bunu kendinize bir
hakaret kabul eder ve fazla tahammül edemezsiniz. Onun acayip açıklamasından,
kendiniz hakkında iyi fikir taşımadığı, sizi merhametli ve yardımsever bir insan
olarak görmediği, aksine dost ve ahbapların sözlerine değer verip onların hatırı
için başkalarına yardım ettiğiniz görüşüne sahip olduğunu anlamakla fazla
gecikmeyeceksiniz. Nahl suresinde şöyle buyuruluyor:
“Onlar Allah’ın nimetini bilirler ve sonra onu inkâr ederler.
Onların ekserisi kâfirlerdir.” (Âyet: 83)
Burada da “inkâr edenler” deyiminden, daha evvel bahsettiğimiz
davranış kastedilmiştir. Yani, Mekke’li kâfir ve müşriklerin, Allah’ın
nimetlerine başkalarını ortak koşmaları. Hacc sûresinde şöyle buyurulmuştur:
“Allah hem meleklerden, hem de insanlardan rasûller seçer. Allah
işiticidir, görücüdür. Allah onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Bütün
isler Allah’a döndürülür.” (Âyet; 75-76)
Burada denilmek isteniyor ki, müşriklerin kendilerine ma’bud
olarak seçtikleri varlıklar arasında, melekler ve peygamberler en üst mevkiye
sahiptirler, ama bunların durumu da haberci ve elçilerden farklı değildir ve
bunlar da Allah’ın seçtiği görevlilerdir. Sadece bu husus kendilerine, Allah’ın
işlerinde ortak olmalarına sebep olamaz. Dikkat ederseniz, “Allah onların
önlerinde ve arkalarında olanı bilir” cümlesi Kur’ân-ı Kerîm’de çok sık yer
almıştır ve her yerde şefaat ile ilgili müşriklerin batıl itikadının reddi için
kullanılmıştır. Bu cümlenin burada kullanılmasının anlamı da aynıdır. Allah
demek isliyor ki, müşrikler tarafından sefaatçı ve kurtarıcı olarak bilinen
melekler ile peygamberler aslımla kendileri Allah’a muhtaçtırlar. Her şeyi
gören, bilen ve dolayısıyla, kulların ihtiyaçlarını gideren ve şefaatlerini
dinleyen ya da reddeden de odur. Bu hususla başka kimse O’nun ortağı olamaz.
Nitekim, Zümer sûresinde şöyle denilmiştir.
“Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mı edindiler? De ki:
Onların hiçbir şeye güçleri yetmez ve hiçbir şeye akıl erdiremezlerse yine
(onlardan şefaat bekler misiniz?)! De ki: ‘Bütün şefaat Allah’ın
kudretindedir. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz.”
(Âyet; 43-44)
Cenab-ı Allah demek istiyor ki, kâfirler ve müşrikler kendi
kendine bazı kimselerin Allah nezdinde nüfuz sahibi olduğuna ve bazı konularda
Allah’a zorla ve tehdide bazı şeyler yaptırdıklarına inanıyorlar. Oysa, Allah
nezdinde kimse bizzat kendisi için Allah’ın izni olmaksızın şefaate bulunamaz.
Ne Allah kimseye şefaat konusunda yetki vermiştir ne de Allah’ın nezdinde şefaat
edebilecek kimseler herhangi bir zaman böyle bir iddiada bulunmuşlardır. Necm
Sûresinin şu âyetlerine de bakalım.
“Göklerde nice melekler vardır ki, Allah izin vermedikçe ve ona
razı olmadıkça hiç kimseye şefaatleri fayda vermez.” (Âyet; 26)
Demek ki, Allah katında melekler şefaatten dem vuramaz. Melekler
zaten Allah’a tamamıyla bağlı ve emrine amade yaratıklardır. Onlar kendileri
muhtaç ve çaresizdirler. Onlardan yardım ve şefaat beklemek cahilliktir. Doğrusu
şu ki, bütün melekler bir olup Allah’ın istemediği bir kimse için şefaat
dileseler dahi, hiçbir şey yapamazlar.
10.1.8. Allah’ın
Kararını Kimse Değiştiremez, Tehir Edemez
Şu âyete bakın.
“Allah bir kavme fenalık murad ederse, onu çevirecek hiçbir çare
yoktur. Onlar için, Ondan başka bir veli ve dost yoktur.” (Ra’d; 11)
Burada denilmek isteniyor ki, Allah (cc.) herhangi bir kişi veya
millet hakkında bir karar vermişse onu değiştirecek herhangi bir güç yoktur.
Herhangi bir aracı, şefaatçi ve tavsiyeci, suçlu ve günahkârı Allah’ın
gazabından kurtaramaz. Onun için şefaat ve kurtuluş umuduyla serbestçe günah
işlemek doğru bir davranış değildir.
“Onlar için istiğfar etsen de etmesen de, eğer onlar lehinde
yetmiş kerre istiğfar eylesen de, Allah onları mağfiret etmez. Çünkü onlar Allah
ve Rasûlünü inkâr ile kâfir oldular. Allah, fasık olan kavme hidâyet etmez.” (Tevbe;
8fr)
“Onlar için istiğfar etsen de etmesen de müsavidir. Allah,
onları mağfiret etmez. Şüphesiz Allah, fâsık olan kavmi hidâyet etmez.” (Münafıkûn;
6)
İşbu mesele, Münafikûn sûresinden üç sene sonra nâzil olan Tevbe
suresinde çok açık bir şekilde ele alınmıştır. Söz konusu âyette Cenab-ı Allah,
Hazreti Peygamber (a.s.)’e hitap ederek diyor ki, “Sen bu sapıklar için 70 defa
bile şefaatte bulunsan. Ben onları affetmeyeceğim. Zira, onlar Allah ile
Rasûlünü inkâr ediyorlar ve en kötü günahları işliyorlar.” Daha sonra şunları
söylüyor.
“Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen namaz kılma. Ve kabri
üzerinde durma. Çünkü onlar, Allah ve Rasûlünü inkâr ettiler ve fasık oldukları
halde öldüler.” (Tevbe; 84)
Burada iki noktaya temas edilmiştir. Yani, şefaat ve mağfiret
yalnızca hidayet bulmuş kişilere mahsustur. Hidayet almamış veya doğru yoldan
saparak fısk-ü fücûra batmış olanlar için ise alelâde İnsanlar şöyle dursun,
Allah’ın Rasûlü bile mağfiret duası yaparsa, Cenab-ı Allah tarafından kabul
edilmez. Burada temas edilen ikinci nokta şudur. Allah’ın hidayetine talip
olmayanları Allah bağışlamaz. Eğer bir kul, hidayeti kabul etmiyor ve hidayete
çağrıldığı zaman omzunu silkip başka bir tarafa yöneliyorsa, Allah herhalde onu
hidayet edecek değildir.
10.1.9. Mahşer’de
Hazreti Peygamber (a.s.)’in Şefaatçi Hüviyeti
İslâm inancına göre, şefaat kavramı şudur. Kıyamet gününde
Allah-u Teâlâ’nın mahkemesinde, Allah’ın izni olmadan kimse, kimse için şefaatte
bulunamayacaktır. Bu kurala göre gayet tabii ki Allah’ın en sevdiği peygamberi
Hz. Muhammed (a.s.) Mahşer’de ümmeti ve ümmetinin bazı fertleri için şefaatte
bulunmaya teşebbüs edecektir. Fakat, bu şefaat Allah’ın müsaadesine bağlı
olacaktır ve sadece, hayatları boyunca ellerinden geldiği kadar iyi birer
müslüman olmaya çalışan ve Allah’a tâbi olarak faaliyet göstermelerine rağmen
bazı hatalar işlemiş olanlar şefaat olunabileceklerdir. Fakat, bile bile günah
işlemiş ve düştükleri durumdan utanç duymamış, pişman olmamış sapık kimseler
şefaat olunmayacaklardır. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.) bir hadisinde, Allah’a
hıyanet eden ve ondan korkmayanların durumunu anlatırken şöyle buyurmuştur: “Bu
hain kimseler, yaptıkları günah ve yedikleri haram malların yükünü omuzlarında
taşıyarak mahşere geleceklerdir ve bana yalvaracaklardır, ‘Yâ Rasûlallah bana
yardım edin.’ Fakat ben onlara şu cevabı vereceğim. ‘Ben senin için hiçbir şey
yapamam, çünkü ben sana Allah’ın mesajını iletmiştim.” (Bk: Mişkat: Kısmet-ül
Ğânayim, El-Ğulûlü Fiha).
[1] Şefaat ve
tavassut meselesi Peygamberlikle çok yakından ilgilidir. Bunun iki sebebi
vardır: Birincisi, kâfir ve müşrikler şefaati bir kalkan olarak
kullanıyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin davetlerini
kabul etmeyenler, bağlı bulundukları tanrı ve tanrıçaların, Allah katında
kendileri için aracı olduklarını, bu nedenle, Allah’ın azabından korkmaları
gerekmediğini söylüyorlardı. Yani bu şefaatçi ve aracıların, kendilerini
nasıl olsa kurtaracaklarını belirtiyorlardı. İkincisi, peygamberler ile bazı
ermiş kişilerin kendilerine tabi olanlar ve Allah’ın yolunu takip edenler
için Kıyamette Allah’ın huzurunda şefaatte bulunacakları rivayetlere göre
sabittir. Yani, iyi yolda ve dürüst karaktere sahip olmasına rağmen
hayatlarında ufak tefek halalar yapmış olanların affı için peygamberler
tarafından Allah katında yapılan girişimler. Kur’ân-ı Kerim ilk tür şefaati
şiddetle reddetmiştir. İkinci tür şefaati de bazı şartlara bağlı kılmıştır.
Kısacası, Şefaat meselesi, peygamberlikle yakından ilgilidir ve bunu burada
ele almayı uygun gördük.
[2] Hazreti
Peygamber Efendimiz ümmetini şefaat konusunda çeşitli defa ve vesilelerle
uyarmıştır. Mesela Hz. Peygamber (a.s.)’in şöyle söylediği rivayet olunur.
“Benden sonra usûlümü değiştirecek olanlar, bu sebepten dolayı
değiştirileceklerdir ve bir daha eski yola getirilmeyeceklerdir. Eğer ben
dersem ki bunlar benim adamlarımdır, o zaman bana denilecektir ki, sen
kendinden sonra, bu adamların ne yaptığını bilemezsin, o zaman ben de
bunları defedeceğim ve diyeceğim ki, benden uzak durun.” Rivayet, şu hadis
kitaplarında yer almıştır: Sahih-i Buhari (Kitabul-Fiten) Müslim (Kitab-üt
Tahâret, Kitab-ul Fezâil), Müsned-i Ahmed (İbn Mes’ûd ve Ebû Hureyre’nin
rivâyetleri) ve İbn Mâce (Kitab-ül Menasik).
[3] Aksine,
doğru yoldan sapmış olan taraftarlarının ağır bir şekilde cezalandırılmasını
isteyeceklerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber (a.s.)in bu gibi
insanlar ile ilgili sözleri vardır.
[4] Kıyamette
peygamberlerin, ümmetlerinden bazıları için şefaatte bulunacakları sırada ne
gibi bir teslimiyet ve acz içinde olacaklarının manzarası Maide suresinin
son rükûsunda çizilmiştir. Burada Hz. İsa’nın kendi ümmeti için nasıl
mütevazi bir şekilde Allah’a yalvaracağı anlatılmıştır. Mesela şu sözlerine
bakın. “Eğer onları bağışlarsan muhakkak Sen aziz ve hakimsin.”